Son dağ köylerinde son köylüler
On beş yıldan beri haftada en az bir kez doğadayız. Dağlardayız. Ovalardayız. Vâdilerdeyiz. Şimdiye kadar rotamızın üzerinde bulunan 150’nin üzerinde köylerden geçtik. Köylerin yarıdan fazlası kendinden geçmiş, ölmek üzereler. Son nefeslerini alıp veriyorlar.
Binlerce seneden beri... sulama gerektirmeyen buğday, arpa, yulaf, çavdar gibi tahılların ekildiği tarlaların kâhir ekseriyeti son yıllarda bomboş yatmaya başlamış. Yata yata taşlık ve çalılık haline dönmüşler. Tarla vasıflarını yitirmişler.
Dedelerimizin dedelerinden kalan elma, armut, dut, incir ve diğer meyve bahçeleri tam bir mezbelelik. Ağaçların gövdeleri çürümüş, ne ağacı olduğunu dahi anlamak imkânsız.
Bu hafta işte böyle can çekişen dağ köylerinden birisinde yürüyüşte idik. Sessiz sâkin köyde bizi ilk karşılayanlardan birisi Isparta gülü alım noktasındaki birkaç vatandaşımızdı. Hepsi dertliydi. Bu sene gülleri don vurdu, yüzde yetmiş kayıp var diyorlardı. Önceki yıllarda gül mevsiminde yürüdüğümüz köylerde yüzlerce çuval gül gördüğümüzü hatırladık. Maalesef Kapıcaklı köylüler on-onbeş kadar gül çuvalı getirmişler öylece bekliyorlardı. Bizi görünce yine de gülümseyerek hoş geldiniz dediler. Semaverde demledikleri çaydan ikram ettiler.
Cömert insanlar, “torbalarınıza gül doldurun” dediler. Teşekkür ederek birkaç tane aldık ve kokladık. Kemal,
̶ Müsaade ederseniz ben gül çuvalını açıp kafamı güllerin içine gömeceğim, dedi. Köylüler,
̶ Estağfirullah ne müsadesi hepsi sizin, hepsini açın diye nezâket gösterdiler.
Gül alım noktasından ayrılırken Sakarya Fırat setindeki Çeliktepe Karakolu’na nasıl gideriz diye sorduk. Valilikten emekli bir şoför,
̶ Ben bu köydenim amma oraya hiç gitmedim. Zannedersem şuradan çıkılıyor, dedi.
O yöne doğru yürümeye başladık. Bir deve dikenine bir kelebek kondu. Bize “Ben çok güzelim, çekin bir fotoğrafımı da milletin gözü kelebek görsün” dedi. “Tamam, çekeyim fakat biraz yaklaşmam lâzım. Hava biraz esintili. Fotoğrafın titreşimli çıkar. Güzelliğin tam âşikâr olmaz” dedim. Üç metre yaklaştım. “Hoop yüz verdiysek astar istemeyin, orada kalın, yoksa uçar kaçarım” deyince durdum. Makinenin ayarlarını yapıncaya kadar zaman tanıdı. Ve güzel bir görsel yakaladım. Kardinal kelebeğine verdiği artistik poz için “şükran” diyerek yola devam ettik.
Dağ köyündeki bir ahırdan genç bir yiğit ile yâveri koştu yanımıza sokuldu. Gözlerimize bakarak ve kuyruğunu sallayarak “tanışalım ben Kodaman yâverim de Fındık” dedi.
Fındık meraklı gözlerle bizi arkamızdan izlerken karadutlu çeşmenin yanında durduk. Bir nine uzaktan bizi süzüyordu. Virâne evden bir de dede yaklaştı. Bizi sordu soruşturdu. Yâni bizi önce güvenlik testine soktu. Haklıydı tabi. Neyin nesiydik kimin fesiydik? Kuş konmaaaz kervan geçmeeez dağ köyünde ne arıyorduk? Hele ki bir de haziranın öğle sıcağında. Biz de köyden birisinin adını vererek, onunla bir zamanlar falanca resmi dairede birlikte çalıştığımızı ve oradan emekli olduğumuzu söyledik. Dedenin endişesi gitti. Çeşme başına oturdu.
̶ Haaa o mu? O çocuk, çocukken pek aksiydi yaaa, dedi. Hepimiz güldük.
Bir zamanların 50 hâneli dağ köyünde kala tam yedi hâne ve bir kaç yaşlı, birkaç genç kalmış. Konuştuğumuz dede işte o son dedelerden birisi...
Son köylülerin gözleri hep ufuklarda, hep ötelerde. Selâm veriyorsun, aleyküm selamdan sonra ağızlarından ilk çıkan kelimeler şunlar oluyor.
̶ “Benim üç ooolum iki gızım vaaa. Onbir dene de torun. Allah ömüüülee veeesin hebiciiine (hepsine). Çooo (çoğu) Isdambolda, birazı Angarada. Güççük gızımınan iki torunum da Isbardada. Bööön (bu gün) geekleeedi. Taaa geeemedileee. Öööle (öyle) yollara bakıyom!”
̶ Tarla takka var mı dede, dedik. Başındaki örgü takkesini eline aldı. “İşte takkem var” dercesine gözümüzün önünde salladı ve kendi yaptığı hareket esprisine bizimle birlikte güldü. Sonra parmağıyla uzağı göstererek.
̶ Taala da vaaa (tarla da var) amma eken yoooh diken yoooh! Aha şo daaan (dağın) yamacında 30 dönümlük yeee (yer) didemden gaaama (kalma). Buuudey taaalası (buğday tarlası). Ammavelâkin ekmeye-ekmeye kısııılaşdı (kısırlaştı) getti. Deli ot bile bitmeeeyo gâri, dedi.
Ah benim Anadolumun insanları candır can. Ayakta zor duran yaşlılar yıkık dökük evlerine dâvet eder. Çay içelim, çorba kaynatalım. Bugün yatalım sizi yarın gönderelim diye ısrar ederler. Dedemiz de bizi evde ağırlamaya davet etti. Sırt çantalarımızı indirip yanına oturduk. Termoslarımızdaki çaydan, kahveden ikram ettik.
̶ “Allah râzı olsun babacığım, günübirlik yürüyüşe çıktık, akşama eve dönmemiz gerekiyor. Geç kalırsak, hele bir de köyde kalırsak hâtunlar bizi eve sokmazlar, dış kapının dışındaki paspasın üstünde yatırırlar!” dedik. Verdiğimiz cevaba, üçü düşmüş beşi kalmış dişleriyle tatlı tatlı gülen dede,
̶ Hadi be gılıbıklaaa (kılıbıklar), sizden de adammı oluuu? Garıdan gorguluuu mu heç! (korkulur mu hiç). Gıyamet alâmeti bunnaaa (bunlar), diyerek kısa bir kahkaha attıktan sonra,
̶ Burdan hangı tarafa getceniz? diye sordu.
Sakarya Fırat dizisinin çekildiği dağa gideceğimizi söyledik. Dede,
̶ Ters tarafa gemişsiiiz (gelmişsiniz), orası aha ho tarafta, dedi. Biz,
̶ Yolumuzu, valilikten emekli şoför tarif etti, acaba bize şaka mı yaptı? dedik. Dede, kıskıs gülerek, elini havada döndürdü,
̶ Onun gafa hep eyidir eyidiiir (hep çakırkeyiftir), kendi hangı tarafa getceeeni bilmeziken, size nahal (nasıl) tarif edcek (edecek) dedi.
̶ İyi ki yanlış tarif etmiş, sizinle tanışmamıza vesile oldu. Baba boşverelim o mübareği de sizin evde tavuk, inek öküz keçi koyun falan var mı? diye dedeyi konuşturmak için sorduk. Dede kelimeleri uzata uzata,
̶ Neeedeee (nerde!), dedi. En son öküzümü yirmi sene evel (evvel) saddım. Köööde heeekes saddı, ya da kesdi yidi bitiiidiii (bitirdi). Öküzleee giddiiiii... berkad biddiiiiii! (öküzler yok oldu bereket kalktı) diyerek üzgün üzgün yüzümüze baktı.
̶ Traktör öküzlerden daha çalışkan yahu dede. Bereket gitmemiştir. Siz traktörle tarlaları sürmediğinizden gitmiştir bereket.
̶ Yohyoooh, vallaaa... öküzleee vaaa, berkad vaaa, öküzleee yoooh berkad yoooh! (Öküzler var bereket var. Öküzler yok bereket yok).
Mesele anlaşıldı. Fazla ısrar etmedik. Öyle inanıyordu. Tertemiz inancına saygı duyduk, hürmet gösterdik. Köyde bırakın öküzü, yollarında tezeği dahi yoktu. Ancak modern besihânecilik yapmaya başlayan bir kaç ailenin birkaç ahırı vardı. Onlar da inekleri dışarıda gütmüyor, ahırda tutarak besliyorlardı.
Köyde traktör var mıydı? Elbette vardı. Fakat onlar da küflenmiş, çürümüş, tekerleri sökülmüş, orası burası yolunmuş bir iki traktör. En az elli yaşındalardı.
Dedeye şaka yollu,
̶ Sen bizi adam yerine koymadın ama biz Osmanlı erkeğiyiz. Hâtundan falan korkmayız. Bugün sizde kalırız kalmasına amma şartımız var. Ninemiz bize köy yoğurdundan ayran, köy bulgurundan pilav, bir de köy patlıcandan köy tereyağlı aş yaparsa, sizde bir gün değil iki gün kalırız, dedik.
Dede bastonunu havaya kaldırıp,
̶ Şincik (şimdi) gafanıza gafanıza endirim (vururum) haaa! Ülen köyde öküz yoh, inek yoh, tavuk yoh deeeyom. Bunnaaa (bunlar) ya annameeeyo (anlamıyor) ya bu ehtiyarınan (ihtiyarlarla) gafa buluyo, dedi ve tekrar kahkaha atarak ardından,
̶ Sizi çok sevdim be aaakideşleee (arkadaşlar). Vallaaa siz böön (bugün) getmeyin galın (kalın, misafirim olun). Sabaaa gadaaa lafı dildirelim (muhabbet edelim). Yemeye içmeye gelinceee! Ahırdan deeel emmeee (değil amma), ben ooolana (oğluma) alooo derim, bimden mimden şogdan mogdan ayran da alııı bulgur da alııı badılcan da alııı, sâdeyaaa (tereyağı) da alııı (alır). Ebeniz tüpgazda bişiri. Hebberaaabercik yiriz.
̶ Dede, odanızda ocaklık yok mu? Ninem çalı çırpıyla pişirse daha lezzetli olur, is kokulu olur... derken dede sözümüzü keserek,
̶ Ocaklık vaaa da yakameyooz gâri. Tüp ocaaa taha bi goley geliyo.
Dedeyle muhabbete doyum olmaz deyip kalkıyoruz. Neşeli fakat bir o kadar da terk edilmişliğin hüznüyle dolu dedemizin elini öpüp müsaade istiyoruz. Adnan, dedeye eğilip yavaşça,
̶ Dede, ninemin kıymetini iyi bil. Ona iyi bak... diyor. Dede, nineye dönerek,
̶ Bilmezmiyiiin heç gıymatını! Biliriiin biliriiin. O gideeese ben nederiiin nederiiin! diyerek elli-altmış yıllık hayat yoldaşına sevgiyle baktı.
Isparta’nın Atabey ilçesine bağlı Kapıcak isimli dağ köyünün yollarından Sakarya-Fırat dizisinin çekildiği Gelincik Dağının eteğine doğru rotayı tekrar çevirip yürümeye devam ediyoruz.
Bir emekli albay, bir emekli bir muhasebeci, bir emekli lise müdürü... ve elektirik öğretmenliği ve üniversite öğretim görevliliğinden emekli, ancak 60’ından sonra delikanlılara taş çıkartırcasına Hukuk Fakültesinde okuyan talebemiz Muharrem ile birlikte adım adım Sakarya-Fırat film platosuna yürüyoruz. Yürüyoruz fakat, yüz yıldan beri köylerimizi boşaltan, şehirleri tıka basa dolduran yüz yıllık devlet politikamızın yanlışını biz nasıl düzeltebiliriz diye aramızda tartışıyoruz.
Göçü tersine nasıl çevirebiliriz? Köylerin meralarını, ahırlarını öküzlerle tekrar nasıl doldurabiliriz? Bereketi nasıl geri getirebiliriz? Ölmek üzere olan dağ köylerine nasıl hayat nefesi verebiliriz. Kapanan kapıları tekrar nasıl açabiliriz diye kafa patlatıyoruz.
Çalışanların çalışmaktan köyleri kurtarmaya vakitleri olmadığı için... köyleri kurtarmak elbette eli boş biz emeklilere düşüyor (espri tabi). Vazifeden kaçan nâmerttir diyerek, icraatla olmasa da “kuru lafla” köylerimizi nasıl kurtaracağımızı bundan sonraki yazımızda anlatmaya devam edeceğiz. Sizlerle hem Gelincik Dağı’nın eteklerine yürüyeceğiz, hem de sizleri son dağ köylerinin son çobanlarıyla tanıştıracağız.
Tabiatın akademik boyutuyla içimizdeki akademik boyutun muhabbeti hikâyelerinden birisine daha burada “YARIDA NOKTA” koyarken... yazının devamında tekrar buluşmak dileğiyle hoşça kalın dostlar diyoruz.
NOT: Şahıs fotoğrafları müsaadeyle çekilmiştir. ‘Medyada yayımlanabilir’ yönünde rızaları alınmıştır. Ancak müsaade ve rıza gösteren çok az olduğu için birkaç köyün manzaralarını ve köylülerinin fotoğraflarını birleştirdik.
Saygılarımızla
ALIÇ DOĞA AKADEMİ GRUP
(ADAG)
“MAKM”
(Mustafa, Adnan, Kemal, Muharrem)