Gölcük’te radyasyon ve ispinozun mesajı
Henüz şehir uyurken, 5 milyon yıldan beri hep uyanık olan Isparta’mızın mavi boncuğu Gölcük Gölü ile buluştuk. Çevresinde tam bir tur attıktan sonra ömrünü tamamlamış ve ölmek üzere olan bir zamanların ticârî elmalığına girdik. Bu yıl da yeşersem mi yeşermesem mi diye düşünen yarı kurumuş ihtiyar bir ağacın altında kısa bir mola verdik.
Muharrem her zamanki rahatlığıyla “vatanımın her karış toprağı temiz ve mübarektir” edâsıyla ot, çalı, çakıl, toprak ayrımı yapmadan olduğu yere oturdu. Kemal’den kesme şeker istedi. Adnan “Şeker mi yiyeceksin hoppalaa!” dedi. Muharrem “Ben yemeyeceğim, karıncalar yiyecek” dedi. Adnan “Karıncalar organik beslenir, düzenlerini bozma” dedi. Muharrem “Bi seferden bi şey olmaz, hem bize dua ederler, Allah razı olsun derler” dedi ve şekeri ufalayıp serpeledi. Karıncalarda o anda ‘şeker bayramı’ başlamıştı. Tanecikleri omzuna atan yuvanın deliğine koşturuyordu.
Adnan sırt çantasında taşıdığı mata baktı, bir de yere baktı. Yeşil otları, mini anemon çiçeklerini, konvoy halinde akan karıncaları inceledi. Matı açtı, yaşam izinin en az olduğu yere serdi ve etrafına bakınarak oturdu.
Mustafa hafifçe yüksek bir kum tepesi seçti. Dizlerini dikerek oturma pozisyonu aldı.
Kemal etrafta birkaç tur attı. Tabii ki Muharrem bu sefer de, Kemal’in uzun uzun dolaşmasından sıkılmış olacak ki parmağıyla işaret ederek “şuraya otur” dedi. Kemal yine duymazlıktan gelerek güneşe baktı, gölgeye baktı, yerin eğimine baktı. Gölgenin en koyusunu ve rüzgârı hesapladı. Matını ebedî kalacakmış gibi araya araya zor bulduğu yere serdi. Güneşe arkasını döndü ve nihayet oturdu. Rüzgâra bağrını vererek dağ yamaçlarındaki karaçam, sarıçam, sedir ve yalancı akasya ormanlarının içinde kayboldu gitti.
Muharrem de derinden bir ohh çekerek içinden “hiç oturmayacak zannetmiştim” gibi bir şeyler geçirdi. Biraz durakladıktan sonra seslice, “İyi ki beş milyon yıl önce burada değildik” dedi.
Adnan “ Evet dostlar! Muharrem’den bir kez daha içeriği kendisine, kuru lafı bize kalan bir cümle dinledik. Sormasak ne için söylediğini aslâ anlatmaz” diyerek sözün gerisini istedi.
Muharrem “Yâni o zamanlar buralar darma dumanmış. Yanardağ volkanından alevler püskürüyormuş. Yer çöküyor gök yanıyormuş. Oturduğumuz yer erimiş demir ve bakırın... erimiş taş ve toprağın magma olup aktığı yermiş. Eh biz o anda burada olsaydık kebap olurduk herhalde. Volkan ağzı, suyla dolu bir göl olmuş. Bak şu taş dört milyon yıllık filan türden, şu taş üç milyon yıllık tortudan... Biraz ötedeki taş değil birkaç yüz milyon yıllık ahtopot fosili...” dedi. Biraz düşündü “Gerçi hâlen tehlikenin tam ortasındayız, hafif hafif kızarıyoruz fakat farkında değiliz” deyince,
Adnan “Hoppalaa yine anlayabilirsen anla! Neden kızarıyoruz?” diye sitayiş etti.
Muharrem “ Gölcük ve civarında Geiger-Müller Dedektörü radyasyon ölçüm cihazlarının tespit ettiği radyoaktif etki mevcut. Ben de ölçtüm...”
Kemal “Ne ile ölçtün, dilinle mi? Parmağınla mı yoksa jeoloji, coğrafya, madencilik, botanik, iklim, elektrik ve hukuk bilimlerini orasından burasından depoladığın beyninle mi?” diye espri yapınca Muharrem kucağında tuttuğu çuvala baktı. Ciddiyetle “Şu anda çuvalın içindeki Geiger-Müller Dedektörü cihazımla ölçtüm” deyince,
Kemal “Şu anda çuvalda mı?” dedi.
Muharrem “Evet, çuvalın dibinde” diyerek Geiger-Müller Dedektörü cihazını gösterdi. Hepimizi bir kez daha ters köşe yaparak konuşmaya devam etti.
“Gölcük’te birkaç gün veya birkaç ay kalmayla zarar görecek kadar radyasyon alınmıyor. Çünkü iyi haber seviye düşük. Kötü haber ise nesiller boyu yaşarsan, radyasyonun genetiği bozması nedeniyle delisi çok olan bir topluma dönüşüyorsun. Meselâ Gölcük havzasındaki İlavus Köyü’nde deli sayısı öteki köylerden her zaman birkaç kat fazladır. Bunu ben söylemiyorum, bilim söylüyor. İlavuslular kızacaklarsa bana kızmasınlar, bilim insanlarına kızsınlar. Dinlemek isterseniz daha fazlasını anlatabilirim.”
Ortamdan ses gelmeyince Muharrem sükut ikrardan gelir diyerek muhabbeti fizik konferansına çevirdi.
“Süleyman Demirel Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Dergisi Cilt 21, Sayı 2, 549-553, 2017 kodla yayımlanan Fizik Bölümüne ait bir yüksek lisans tezi araştırmasında özetle şöyle bilgiler mevcuttur... Isparta'da bazı konumlarda ülke ve dünya ortalamasının 2-3 kat üstünde radyasyon olduğu Geiger-Müller Dedektörü kullanılarak saptanmıştır. Maruz kalınan doğal gama radyasyonunun büyük bir kısmının, özellikle 0-30 cm derinlikteki yüzey toprak tabakasından kaynaklandığı bildirilmektedir. Çevremizdeki doğal ve yapay radyasyon kaynaklarından dolayı solunum, yeme-içme veya deri yoluyla vücut içerisine radyasyon alınmaktadır. Gama ışınları vücudun içinden geçebileceği için ışınlar vücudun içinde ya da dışında olsa da hasara neden olabilir. Bunlar deride kızarıklık, kısırlık, kalıtsal etkiler, çeşitli kanserler, ölüm, işlevsel hasar ve zekâ geriliği vb.leridir.”
Muharrem etrafa bakındı.
-“Bu kadar ders yeter ama son sözlerimi de iyi dinleyin” diyerek devam etti.
-“Şimdi Isparta'da evlerde kisirden yani radyasyonlu pomza taşından yapılan briketler kullanılıyor. Halk buna sünger taşı veya topuk taşı der. Ayaklardaki nasırlı deriyi bu taşla sürterler. Sürterken de radyasyonu iyice topuğa yedirirler tabi... Yollarda da yine radyasyonlu andezit taşı kullanılıyor. bunlar az da olsa radyoaktif ışıma yapıyor ama sürekli alınıyor. Bilimsel çalışmaya dayanarak tekrar söylerim ki sadece İlavus’da değil Isparta ilindeki delilik ve hastalıklar ülke ve dünya ortalamasının 2-3 kat üstündedir. İnanmayan benim çıkarımlarımı www . dergi park . org . tr/tr/download/article-file/409437’deki kaynak verilerden kontrol etsinler”
Mustafa kolunda taşıdığı akıllı saate baktı. Kendisinin duyacağı frekansta,
-“Gölün etrafındaki tam turumuzu 5,833 adımda tamamlamışız bu da yaklaşık 3 buçuk kilometreye tekabül ediyor” dedi.
Muharrem fizik konferansını bırakıp gözünü kadim arkadaşına çevirdi.
-“Gölün genişliği 2,5 kilometre. Adnan yüzerek karşıya gidip gelebilir. Derinliği 30 metre. Adnan tüpsüz dalıp çıkabilir” dedi. Adnan, derinden bir of çekerek,
-“Muharremin işi gücü benimle iddialaşmak. Ben yüzerim, dalarım, çıkarım filan diye bir şey demedim.” Diye cevap verince Muharrem,
-“Adnanım yüzersen sana bir maaş yüzemezsen bana bir şey yok. Bu iddia değil, bir test olacak. Güç kuvvet meselesi yani...” derken Adnan,
-“Tamam tamam uzatmaya gerek yok, işimize bakalım” diyerek budayacak kuru dallar aramak için kalktı. Kemal,
- “Bir kahve içecek kadar oturamadınız, sanki pireler bastı yine hemen kalkıyorsunuz... Yerin kulağı var demişler... Muharrem’i İlavuslular ve Isparta ahalisi duymadan, sopayı da yemeden buradan toz olalım” dedi ve sırt çantasını yüklenerek kalktı.
Can çekişen elma bahçelerini geçtik. Tabiatın bizzat kendisinin ekip diktiği yaban elmaları, alıç, söğüt, kavak, akasya, akçakesme, tespih çalısı, katırtırnağı, laden ve geven çalılarıyla kaplı boyutuna daldık. Biz adım attıkça kargalar, saksağanlar, yaramaz serçeler çığlık çığlığa “tehlike vaaar!” diye çığrışıyorlardı.
Hâlbuki biz onların dostuyduk ve onlar için tehlike değildik. Lâkin doğanın aklı, zekâsı ve duyguları öyle demiyordu. Çünkü zavallı doğa insanoğlundan o kadar zulüm işkence ve işgal görmüştü ki başka türlü alarm vermesi mümkün değildi.
Doğa için insan demek; orman yangını, beton kanseri, çöp yığını demekti. Ve son yıllarda da GSM ve WIFI zulmü demekti. Çünkü Gölcük doğasının kalbine GSM sinyalleri ve WIFI noktaları yerleştirildi. Kuşların ve diğer hayvanâtın beyinleri bu sinyallerin ve frekansların cızırtılarını işitiyorlar ve rahatsız oluyorlardı. Bunu da acı acı öterek, ağıtlar yakarak dillendiriyorlardı. Fakat insanoğlu hayatından mutlu ve mesut bir halde cepten fotoğraf çekiyor, sosyal medyaya o anda atıp paylaşıyor ve eşini dostunu arayıp “biz doğaseveriz, doğanın kucağındayız, doğayla aşk yaşıyoruz” diye laklaklar ediyordu.
Doğa ve hayvanlar ise tek dilden koro halinde; “İyi bir iş yaptığınızı zannetmeye devam edin bakalım... Bir müddet sonra bizim buralarda ne izimizi ne gübremizi bulamayacaksınız” diye karşılık veriyordu.
Elli sene öncesine kadar Gölcük doğasında kurt, tilki, sansar, çakal, tavşan, yılan, porsuk, ağaç sincabı, keklik, çulluk, şahin, yeşilbaş su kuşu ve sakarmeke popülasyonu 365 gün cirit atıyordu. Maalesef günümüzde kala kala kara kargalar, saksağanlar, serçeler, domuzlar ve birkaç ötücü kuş kaldı. (Kalana şükür, bunlar da yok olur giderdi.)
O gün zamanı doğa yürüyüşümüzden biraz kısmış, artanını kendi keyfimize aktarmıştık. Kuş Gözlem Evi piknik alanına döndük. Büyük çam ağacının gölgesindeki orman masasına oturduk. Millî parkın düzenlediği ateş yakma ocağına yarım insan boyu kuru dalları yığdık. Alevler besteledikleri “çıtır çıtır” sesleriyle şarkı söylerken biz aramızda “doğa bizden neden korkuyor, hâlbuki biz doğa düşmanı değil doğa dostuyuz, kuşların da, kaplumbağaların da, ağaçların da dilini anlarız” diye hayıflanmaya devam ettik.
Alevler bestenin sonuna gelmiş, köze ve küle dönüşmeye başlamıştı. Şimdi sıra önce sebze kebabındaydı. Patatesleri küle gömdük. Soğanları patlıcanları, yeşil ve kırmızıbiberleri közün üzerine yatırdık. Ocağın bir köşesine isli çaydanlığı yerleştirdik. Tabii ki balıkçıdan tuttuğumuz deryâ kuzuları, soğuk çantada iyice üşümüş olmalılar ki “bizi ne zaman çalı çırpı ateşinde kızartıp yiyeceksiniz” diye acele ediyorlardı.
İsli sebze ve isli balık kebabına; “El aceletu mineşşeytân vet teennî minerrahman” (Acele şeytandandandır, teenni ile düşünerek, fark ederek hareket etmek Rahmandandır) Hadis-i Şerifini hatırlatarak evvelâ beyinlerimizi ve kalplerimizi doyuralım, acele etmeyin dedik.
Adnan “Hz. Süleyman Hüthüt ile hangi dili konuşuyordu? Hâl diliyle mi, kal diliyle mi? Bundan ne gibi mesajlar çıkarabiliriz?” diye bilgi ziyafeti için ortaya yem attı.
Muharrem hem teslimiyet diliyle hem matematiksel sadelikle “Allah bilir” diyerek kestirip attı. Eyvallah, dedik. Ziyâde söz kalmamıştı fakat muhabbet olsun diye bir şeyler konuşmak istedik.
Adnan; “Biraz önce rüzgârda savrulan otların arasında kafasının üstünde ibik tüyü sallanan bir kuş görmüştük. O kuş;
Kara gözlüm efkârlanma, gül gayrı
İbibikler öter ötmez ordayım,
Mektubunda diyorsun ki gel gayrı
Sütler kaymak tutar tutmaz ordayım, diye türküsü yakılan kuş olabilir mi? diye sordu.
Muharrem her nedense bu sefer “Allah bilir” demedi. Çünkü “Molla Gogul”un da bu konuda bir şeyler bildiğini biliyordu. Mustafa Google Lens’den kontrol etti... “Evet İbibikmiş” dedi.
Yorgun argın laflaşırken közlerde pişen kebaplarla oturduğumuz masanın arasında, doğa bir sürpriz hazırlamıştı. Birden tüm gözlerin dikkati o yöne kaymıştı.
Bu sefer başka bir kuş vardı ortada. Rengârenk bir kuş. Minicik, serçecik kadar. Ayaklarımızın altında geziniyordu, gagasıyla toprağı karıştırıp kavun çekirdeği bulup çitliyordu. Doğa o kuşun diliyle bize âdetâ;
-“Bu gün de sizleri işittim. Sizler doğa dostusunuz. Ben sizden korkmuyorum. İşte ayaklarınızın altında dolanıyorum” diye sanki mesaj veriyordu.
Sessizce birbirimize baktık. Eh biraz da şımardık. Yine keramet göstermiş, doğayla aşk yaşamaya başlamıştık.
-“Beynimiz dostluk ve sevgi sinyali gönderdi, doğa da kuş olup kucağımıza kondu” dedik. Sessizce “bu kuş ne kuşu?” diye fısıldaştık. Mustafa hemen aceleyle, odaklama ayarlarıyla uğraşmadan bir pozunu çekti. Kuş pırrr uçtu gitti. Sonra Molla Gogul’un Lens’ine sorgulattı. “İspinoz kuşu” dedi.
Yaban doğada, yaban bir kuş, neden ayaklarımızın altında dolaşıyordu? Haydi, şımarık bir serçe olsaydı, düşünmeyecektik. Fakat bu yabani bir ispinozdu. Bazen bize sırtını dönüyordu, yakalarlar diye hiç ürkmüyordu. Eğilsek elimizle tutacak kadar yakınımızdaydı.
Bu kuş kafesten mi kaçmıştı? İnsanlara neden alışıktı bilmiyorduk. Bunları konuştuk. Yoksa doğa bizi sevmiş de bizimle İspinoz vasıtasıyla diyalog kurmaya mı çalışıyordu? Suallerimize sessizlikten bir ses cevap verdi. Yüzyılda bir kez konuşan, fakat konuşunca da tam konuşan Mustafa mistik havayı iyice körüklemek için,
-“Doğanın saf ve temiz kollarında, ağaçların arasında özgürce dolaşan ispinoz... doğaya gelen kalbi temiz, doğa dostlarını görünce kalpten kalbe bir serenâd ve aşkla bağlantı kurdu diyelim” dedi. Sustu. (NOT: Bizler Mustafa’nın tekrar herhangi bir konuda konuşmasını belki yüz yıl daha bekleyeceğiz... )
Birkaç dakika sonra yine pırrr sesi. İspinozumuz geldi. Kavun çekirdeği ziyafetine devam etti. Gitti, geldi, gitti geldi. Neredeyse kanka olmuştuk. Fotoğrafını çekiyorduk, bizi sallamıyordu. Adnan “Heeey güzelim senin adın ne?” diye seslendi. Kuş Adnan’a bakıp “Câhil sen de.. bizim adımız filan yok, ben İspinozum işte” dedi. Adnan fırçayı yiyince “O zaman sana bir ad soyad verelim” dedi. İspinoz “İstemez sağol” dercesine pırrr uçtu.
Aramızda ad soyad tartışmaya başladık. Ali mi olsun Veli mi? Erkek olduğunu bilmiyoruz ki. Ayşe mi olsun Fatma mı? Dişi olduğunu da bilmiyoruz. Tartışmaya kendimizi kaptırmışken Millî Park görevlisi yanımıza gelmiş. Farketmemişiz. İspinozun gizemiyle ilgili varsayımlarımıza kulak misafiri olmuş. Gülerek bize,
“Onun adını Rıfkı koymuştum” dedi. “Geçen haftalarda yuvasından düşmüş, yerde bulmuştum. Annesi yoktu ve hiç gelmedi. Ağzımdan yem yedirerek besledim, büyüttüm ve uçmaya başlayınca doğaya saldım. Bu nedenle insanlardan fazla çekinmez” diyerek mistik keyfimize limon sıktı.
Gerçi bizim mistik keramet tasladığımız falan yoktu. Mistik hezeyanlarla da işimiz olmazdı. Kelli felli adamlardık... Çünkü biliyorduk ki doğada keramet yoktu. Her şey sebep sonuç şeklinde oluşuyordu. Doğada doğal akıl, doğal mantık ve doğa yasaları vardı. (Muharrem “hâşâ doğa yasası masası hikâye Allah’ın nizâmı ve gâyesi var her yerde” diye ikaz lambası yaktı. Bunu da yazmadan geçemedik)
Mâdem ki doğada her şey motomot işliyor. Doğada doğa üstü yok. Peki bizler doğayı neden mistikleştirerek adımlıyoruz? Neden mistik dille tercüme ediyoruz? Çünkü biz “doğa delisi” üç beş emekliyiz. Elimiz boş. Çalışan dostlarımızın işyerlerine gidip oturmaya çekiniyoruz. Bir dakikadan fazla oturursak pimpiriklenmeye başlıyoruz. İşlerinden güçlerinden alıkoymayalım diyoruz. Bir de,
- “Bunlar, vakit harcayacak yer arıyorlar, beleş çay peşindeler” diyerek gıybete düşmelerini istemiyoruz. Bu sebeple sık sık doğaya kaçıyoruz. Çünkü şâir Orhan VELİ KANIK’ın dediği gibi tabiatta her şey;
BEDAVA
Bedava yaşıyoruz, bedava;
Hava bedava, bulut bedava;
Dere tepe bedava;
Yağmur çamur bedava;
(...)
Peynir ekmek değil ama
Acı su bedava;
Kelle fiyatına hürriyet,
Esirlik bedava;
Bedava yaşıyoruz, bedava.
NOT: Millî Parklara giriş ücretsiz değil, parayla. Fakat birimizin Tarım-Orman Bakanlığı Emeklilik Kartı olduğu için “aynı otomobil içindeysek” giriş hepimize yine BEDAVA.
Tabiatın akademik boyutuyla içimizdeki akademik boyutun çakışma hikâyelerinden birisine daha burada nokta koyarken... “İbibikler öter ötmez tekrar buluşalım” diyerek hoşça kalın dostlar diyoruz.
Saygılarımızla
ALIÇ DOĞA AKADEMİ GRUP
(ADAG)
“MAKM”
(Mustafa, Adnan, Kemal, Muharrem)